Merhaba sevgili dostlar
Bugün biraz İstanbul diyelim. Öncelikle yazımı okurken dinleyebileceğiniz bir müzik sunmak istiyorum.
Siz Dimitrie'yi dinlerken ben de kitabımı tanıtayım sizlere.
Kitabın yazarı 1880-1964 yıllarında yaşamış olan Sadri Sema'dır. Kitap iki bölümden oluşmaktadır.
1. Bölüm: İstibdatta İstanbul
2. Bölüm:Meşrutiyette İstanbul
Kitap 668 sayfa. Öncelikle şunu belirteyim ki ben kitabın yalnızca birinci bölümünü okudum. Birinci bölümde toplum hayatından bahsediliyor. 2. bölüm ise siyasi. 2. bölümü neden okumadığıma daha sonra değineceğim. Şimdi 1. bölümünden bahsetmek istiyorum.
Kitabın ilk kısmında başlık başlık toplum hayatından bahsediliyor. Ben bu kısımları okurken hem keyif aldım,hüzünlendim,imrendim bazen de sinirlendim. 1. bölümde 'eski mısır çarşısı, mahalle mektepleri,sokak köpekleri,kapı kahyaları, Şemsipaşa,evlerde kış eğlenceleri,gergef,müze ve Hamdi bey' gibi başlıklar var. Bir alıntı yapmak istiyorum kitaptan. Hazır aşure zamanı gelmişken onunla ilgili olsun:
''Yevm-i Aşura
Bir akşam karşı yakanın Kaptan Paşa Mahallesi' nde bir evde misafirim. Gece yarılarına kadar çalgı çaldık, güldük, eğlendik; yattık. Sabaha karşı bir çığlık; evin içinde bir çığlık:
-Yangın var!
Fırladım yataktan. Oda allara boyanmış, pencerelere koştum. Hüdai dergahının bulunduğu sırtın arkasından kıvılcımlar, kırmızı siyahlı dumanlar...
-Bre, aman!
Tam bizim evin hizası.Yürek çarpıntısı ile giyindim. Sokağa fırladım.Orada bir yokuş vardır. Merhum Kazım Paşa ile Hüseyin Paşa'nın karşılıklı konakları bu yokuştadır.Yukarı koştum. Kızıllık ve kıvılcımlar yokuşun alt tarafında kaldı. Tekrar aşağıya koştum. Şaşkına dönmüştüm. Rüya görür gibi bir hal. Etrafta eşi yok. Ne tulumbacıların naraları, ne itfaiyenin boruları... Halk da ayaklanmamış, sokaklara dökülmemiş:
-Vakit geç. Derin uykuda olacaklar...
dedim. Soluk soluğa aşağı yukarı çırpınıyorum. O sırada Hüdai dergahının arkasındaki kapı açıldı. Bir derviş çıktı. Karşılaştık. Heyecanla sordum:
-Dede efendi yangın nerede? Ne tarafta? Şaşkın şaşkın yüzüme baktı;
-Ne yangını?
-Yahu, bu alevleri, bu kıvılcımları; bu dumanları görmüyor musunuz?
Attı kahkahayı. Beni çekti götürdü; bahçe kapısını itti, içerisini gösterdi:
-Aş pişiriyorlar!
Bugün belki inanılacak şey değildir. Tekkenin arkasındaki bahçenin ortasına dağ gibi odunlar yığmışlar; vermişler ateşi. Üzerlerine dev gibi kazanlar yerleştirmişler. Kazanlar, ama her birinin içinde kulaç at. Odunlar yanıyor, alevler yükseliyor, tepede bir yanardağ! ''
Kitap bu şekilde anlatımıyla çok hoş. Yalnızca bu şekilde normal halk yaşamlarından bahsetmiyor. Kitapta Hafız Sami' ye de, Kantemiroğlu' na da, şair Nedim'e de, rastlayabilirsiniz. Şimdi geleyim kitapta hoşuma gitmeyen ve dahi 2. kısmı okumamamın sebebine. 1.kısmın ismine bakmanızı istiyorum: 'İstibdatta İstanbul' Ben istibdat kelimesini kabul etmiyorum. Sultan II. Abdülhamit' in nasıl biri olduğunu çok şükür şu an çok iyi biliyoruz. Allah rahmet eylesin, ve yaptıklarından da razı olsun. Lakin bu kitabın nasıl oluştuğunu da söyleyeyim. Yazarın o dönemin gazete yazıları derlenerek oluşturulmuş. Yazar sürekli 'Yasak', 'Diktatör' gibi kelimeler kullanıyor. Şu an nasıl yaşandığı belgelerle desteklenmiş olayları nasıl subjektif anlattığına şahit olacaksınız okudukça. Örnek verilecek olursa 'Ertuğrul faciası'. Size şimdi de yazarın Sultan Abdülhamit'i nasıl tasvir ettiğini göstermek istiyorum.
'' İşte Abdülhamid memleketi ve milleti kahr ü hicran içinde yakan keşmekeşten istifade etti. 'Ya Şeytanet!' deyip faaliyete geçti.''
Bu yalnızca kısa bir alıntı. Abdülhamid'den her bahsettiğinde arkasından bu şekildeki nefret söylemlerine çokça yer veriyor. Ben son derece rahatsız edici buldum bu söylemleri. Neyse özellikle tarihi olayları anlatışı son derece subjektif. Bu yüzden bu anlatımlara kulak tıkayıp toplum hayatını anlatışının tadını çıkarın derim.
Bu kadar anlatımdan sonra kitabı tavsiye ediyor muyum: Tabi ki de evet!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder